Kahvenin Kökeni ve Tarihçesi
İçindekiler
Kahvenin Kökeni ve Tarihçesi – Osmanlıda Kahve Kültürü
Kahvenin Kökeni ve Tarihçesi. Kahve, Arap asıllı bir sözcüktür. Kahve adının nereden geldiği hakkında çeşitli efsaneler vardır. Bunlardan biri, vatanı Habeşistan’da, kahve yetiştirilen bölgeye eskiden “Kaffa” denmiş olmasıdır. Zamanla Türkçe’ye dönüşen sözcük, dünyanın her yerinde “kahve”ye yakın bir sözcüktür. Fransızlar ‘café’, İngilizler ‘coffee’, Almanlar ‘kaffe’, Macarlar ‘kave’ olarak kullanırlar.
Kahvenin 1000 yıllarında İran’da çok nadir de olsa bilindiği, ünlü hekim İbn-i Sina’nın kahve içtiği söylenir. Ancak kahvenin o zamanki adı şimdi de Habeşistan’da (Etiyopya’da) bilindiği adıyla “bunc” tu. Araplarda bildiğimiz kahve henüz tanınmıyorken, Arapça sözcük “kahva” şarap anlamını taşıyordu. Bugünkü kahve kendi anlamını, önceleri Habeşistan’da, sonra Yemen’de yetişen ilk kahve bitkileri gelmeye başladığında, yani 14. yüzyılda kazanmaya başlamıştır.
Kahvenin ilk ortaya çıkış yeri Habeşistan’dır. Kahvenin ortaya çıkışı ile ilgili birbirinden farklı anlatılar olsa da, pek çok kaynakta sözü edilen öykünün başlangıcı, kahvenin ilk defa keçiler tarafından keşfedilmiş olduğudur. İranlı çoban Kaldi, keçi ve deve sürülerinin garip bir ağacın meyvelerini yedikten sonra fazla canlılık gösterdiklerini, hatta keçilerin mehtapta dans ettiklerini görmüştür. Durumu dervişlerine anlatmış ve ünlü bir derviş olan Şazilî, gösterilen ağacın meyvelerini kaynatarak suyunu içmiştir. Kendisinde de aynı canlılığı duymuş, böylece kahvenin yüzyıllar boyu sürecek olan mazisi başlamıştır.
Kahve, Habeşistan’da yetişen fidan boyundaki yeşil ağaçların meyvesidir. Ağacın çiçekleri yasemine, meyveleri kiraza benzer. Çiçekleri döküldükten sonra, ağaçların dallarında çekirdekleri kalır. Bunlar silkelenir, güneşte kurutulur ve tahta tokmaklarla dövülür. Kabukları sıyrıldıktan sonra öz meyve ortaya çıkar. Bunlar kavrulur, öğütülür ve kendine has kokulu, lezzetli kahve elde edilmiş olur.
Türk kahvesi, Güneydoğu’da çok yaygın olarak içilen “mırra” ile İtalyanların “espresso“su arası bir türdür. Türk kahvesini tüm kahve çeşitlerinden ayıran özellik, şekerin pişme sırasında ilave edilmesidir. Kahvenin adlandırılması konusu, Yunanlılarla Türkler arasında yıllardır süregelen bir tartışmadır. Yunanlılar, yıllardır Türk kahvesine “Greek Cafe”
deseler de Yunanlı yazar Elias Petropoulos “Türk Kahvesi” adlı kitabında bugün aynı isimle içtiğimiz kahvenin Türklere ait olduğunu anlatmaktadır.
Güncel bir anekdotta, kahvenin 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na kadar “Türk Kahvesi” olarak anıldığı, ancak bu tarihten sonra “Türk Kahvesi” olarak söz edilmediği anlatılmaktadır.
Bugün Dünya’da kahve en çok Brezilya’da yetişmektedir.
Brezilya’dan sonra başlıca kahve üreten ülkeler, Kolombiya, Venezuela, Orta Amerika, Meksika, Arabistan, Afrika, Kenya ve dolayları, Hindistan, Endonezya, Antiller, Büyük Okyanus adaları, bu adalarınarasında da özellikle Hawaii ve Filipinler’dir.
Kahve çeşitleri yetiştirildikleri yerlere, biçimlerine, renklerine, lezzetlerine, tanelerinin düzgün olup olmamasına göre adlandırılır. Örneğin Brezilya’nın güneyinde yetiştirilen kahve Santos limanından gemilere yüklendiğinden “Santos Kahvesi” diye anılır. Arabistan’da Yemen’de yetiştirilip Mokka limanından ihraç edilen kahveye “Mokka (Yemen) Kahvesi”denir. Cava yakınlarında yetiştirilen kahveler de “Cava Kahvesi”diye tanınır. Bunlardan Santos (Brezilya) kahvesi büyük, yeşilimsi tanelidir. Yemen kahvesi koyu yeşilden neftiye kadar çeşitli renkleri olan küçük taneli bir kahvedir. Kahvelerin biçim, renk ve lezzet bakımından değişik olması kahve ağaçlarının yetiştirildiği bölgelerin deniz yüzeyinden yüksekliği, iklimi, topraklarının cinsi ve ağacın yaşı ile ilgilidir. İstatistiklere göre kahve, dünyada en çok Amerika Birleşik Devletleri’nde kullanılmaktadır.
Dünyada elde edilen kahvenin üçte ikisi orada harcanır. En çok kahve içilen diğer ülkeler ise, Fransa, Belçika, İtalya, İngiltere, İsveç ve Kanada’dır.
Kahvenin adı ilk defa Horasan’ın Rey şehrinde doğan, 1405-1525 yılları arasında yaşayan Türk asıllı Ebubekir’in Arapça yazdığı tıp kitabında geçer. Kitapta, 1420 yılında İran’da kahve kullanıldığı, oradan da Aden’e gönderildiği belirtilmektedir. Habeşistan’dan Yemen’e, sonra da Mekke ve Medine’ye yayılan kahve, buradan da İslâm gezginleri tarafından İran, Mısır, Türkiye ve tüm İslâm dünyasına yayılmaya başlamıştır.
Kahvenin Yolculuğu: Kahve ve Kahvehaneler
Osmanlı’da Kahve Kültürü
Geçmişte ‘kara inci’ ve ‘İslâmın şarabı’ diye adlandırılan kahvenin uzun soluklu bir geçmişi vardır.
Osmanlı’nın kahve ile tanışması yaklaşık 450 yıl önce, Kanunî Sultan Süleyman’ın Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın, kahveyi Yemen’den saraya getirmesiyle başlar. Sarayda ve konaklarda kısa sürede yaygınlaşan kahve, o zamanlar yeni iş alanlarının açılmasına katkıda bulunur. Konaklarda, yalnızca kahve pişirmekle görevlendirilmiş kişiler çalıştırılırken, sarayda da Kahvecibaşı’na bağlı bir kahveciler teşkilâtı oluşturulur. Padişahın içeceği kahvenin suyu, Eyüp tepesi civarındaki Gümüşsuyu’ndan getirtilir. Kahveler ibriklerle, güğümlerle pişirilip, büyük çini fincanlarla içilir.
Hızla tüm İstanbul’a yayılan kahvenin ortaya çıkmasından yaklaşık 30 yıl sonra, kahvenin toplumsal yönünü oluşturan kahvehaneler de açılmaya başlamıştır. 17. yüzyılda Osmanlı topraklarından Avrupa’ya geçen kahve, İstanbul’a ilk kez 1543 yılında gelmiştir.
İstanbul’da ilk kahvehane, 1554 yılında Tahtakale’de açılmıştır. Kahvehanelerin açılmasıyla birlikte yeni bir sosyal yaşantı başlamış ve bu ilk kahvehane, tanınmış kişilerin ve bilginlerin buluşma, sohbet noktaları olmuştur.
Kahvehaneler, tarihine bakıldığında ticari güdülerin bir sonucu olarak ortaya çıkmış vemeyhanelerin taklit edilmesi yöntemiyle zamanla bir toplumsal ihtiyacı karşılayan sosyalleşme mekanları haline gelmiştir.
Kahvehaneler, “yerleşik yaşam kalıpları”nı bozmadan toplumda kendine önemli bir yer edinmiştir.
1963 yılında Süheyl Ünver’in (1963:67) yazdığı gibi, kahvehanelere yalnız kahve içmek için gidilmez. Kahvelere tavla, iskambil ve bilardo meraklıları da gider. Böylece kahvehaneler, çeşitli meslek ve rütbelerden kişilerin toplanıp tartıştıkları, kitaplar okudukları ve eğlendikleri yerler hâline gelmiştir. Ancak kahvenin sosyal yaşama girmesi, yasakları da beraberinde getirmiştir. Kahvenin insanları bir araya getirdiğini, bunun da onların camilerden uzaklaşmalarına sebep olduğunu düşünerek bazı çevreler kahveyi yasaklatmıştır. Kanunî Sultan Süleyman döneminde, Şeyhülislam Ebusuud Efendi, kömür derecesinde kavrulan maddeleri içmenin haram olduğunu söyleyerek kahveyi yasaklatmış; III. Selim, III. Murat ve I. Ahmet zamanında (15-16. yy.) yasaklar devam etmiş, fakat çok uzun ömürlü olmamıştır. Osmanlı’da kahvenin yasaklandığı ve kahvehanelerin kapatıldığı, kahve içenlerle tütün içenlerin birlikte cezalandırıldığı dönemler vardır.
Osmanlı saray ve konak haremlerinde misafirlere bir törenle kahve ikram edildiği bilinmektedir.
“Önce gümüş tatlı takımı ile tatlı (reçel) sunulurdu. Ardından üç genç kız kahve ikramına başlarlardı. Kahvenin soğumaması için güğüm, ortasında kor ateş bulunan stile oturtulur ve kenarlarına takılı üç zincirden tutularak taşınırdı. Stil takımları tombak, gümüş veya pirinçten yapılmıştır. Kahve ikramında ayrıca yuvarlak stil örtüsü kullanılırdı. Atlas veya kadifeden yapılan bu örtü sırma, sim, pul, hatta inci ve elmas işlemelidir. Stil takımı ve örtüsünün zenginliği ailenin varlık derecesini yansıtırdı. İçinde kahve fincanı ve zarflar bulunan tepsiyi taşıyan kız, stil örtüsünü kenardan iki eli ile önlük gibi önünde tutar, ikinci kız stil takımını taşırdı. Üçüncü kız tepsiden porselen fincanı alır, stildeki güğümden kahveyi doldurur, fincanı altın,tombak, gümüş veya porselen zarfa yerleştirir, zarfın ayağından iki parmağı ile tutarak tek tek misafirlere ikram ederdi. Tiryakiler kahve ile birlikte nargile veya uzun çubuklarda tütün içerlerdi”
Fransızlara kahveyi tanıtan ve sevdiren in, IV. Sultan Mehmet’in 1669 yılında 14. Louis’e gönderdiği Elçi Süleyman Ağa olduğu söylenir.
Osmanlı Sefiri Süleyman Ağa’nın Fransa’ya giderken götürdüğü kahve çuvalı her şeyin başlangıcını oluşturur. Kısa sürede Paris sosyetesine giren bu yeni içecek Fransızlar tarafından çok sevilmiştir.
Viyanalıların ise kahveyle tanışması, İkinci Viyana kuşatmasıyla olmuştur. Türk ordusunun Viyana’dan çekilirken bıraktığı ağırlıklar arasında 500 çuval kahve de bulunuyordu. O zamana kadar bu maddeyi tanımayan Viyanalılar kahveyi deve yemi zannetmiş, işlerine yaramayacağını düşünerek Tuna nehrine dökmüş ve bazı çuvalları da yakmışlardır. Çuvallar yakılınca vadiye müthiş bir koku yayılmış, tesadüfen oradan geçmekte olan, kuşatma sırasında Türk ordusundan kaçıp Viyana’ya sığınan, 11 yıl çalıştığı Babıâli’de tam bir kahve tiryakisi olan Polonya asıllı Babıâli tercümanı Kolschitzky, bu kokuyu duymuş ve kahveyi Viyanalılara tanıtmıştır.
Heathcott (2000), kahvenin kapitalizm sürecindeki tarihsel gelişimini anlattığı makalesinde, “kaynayan kahvenin kokusu, devrimin kokusuydu” diyerek, kahvenin “burjuvazi sabotajcıları” ve devrimciler tarafından benimsendiğini vurgular. Yazara göre, İngiltere’nin Hindistan ve Çin’deki askeri yayılmasını desteklemek amacıyla çay tüketimine yüksek vergi koyması yüzünden Fransa ve Amerika’nın çayı reddedip kahveye yönelmesi, bugün Paris’in ünlü “cafe”lerinin doğmasına neden olmuştur:
“Pazar sabahları, erken saatte, Sartre‟ın kısa süreli bir kahve içtiği yer! …. Hiç Paris‟te kahvelerin, onlara bağlı „yaşamlar‟ın sonu gelir mi?”
Heathcott (2000)’a göre “egzotik” gıda metalarına yönelik Batılı zevki 16. ve 19. yüzyıllar arasında patladı. Bunlardan biri olan kahve, ticaretin dünyanın her yerine doğru genişlemesine eşlik eden çok sayıdaki yeni ve heyecan verici ithal mallardan sadece birisiydi. Bu dönemlerde İspanya, Meksika’dan gelen mısır ve çikolata ithalatına hakim olurken, İngiltere krallığı Hindistan, Seylan ve Çin’den çay getirmek için çeşitli şirketlere imtiyaz verdi. Bu arada, İtalya ve Fransa, Akdeniz gemicilik yollarına olan yakınlıklarını, Avrupa genelindeki kahve ticaretinin denetimini sağlamak amacıyla kendi lehlerine kullandılar. Heathcott’a göre 19. yüzyıla gelindiğinde kahve, sömürgeciliğin emeği zorlaması, toprak kullanımı, kaynak çekilmesi ve meta ticareti sisteminin içine kök salmış bir meta olmuştu.
Kahve Tutkusu
Karacaoğlan kahveyi “ağalar beyler içerler” diye tanımlarken, Köroğlu üç huyuyla tanınırdı: Birincisi, biri yerinden kalkarsa yerine oturur; ikincisi, yemekte önce pilav yer ve sonuncusu; kahveyi kaynar kaynar içer ve bir dikişte bitirirdi. Ülkemizde kahve uzun zaman pahalı bir keyif maddesi olarak tanındı. Bu durum Anadolu’da ve genel olarak Ortadoğu’da, özellikle kırsal kesim kahvehanelerinde belki hiç kahve pişirilmemiş olmasıyla da belgelenir.
Günümüzde mutfak kültürümüzde önemli bir yeri olan Türk kahvesi, yemeklerden sonra yapılan keyif, koyu sohbetlerin bahanesi, uykusuz gecelerimizin dostu ve özel günlerin vazgeçilmez içeceği olmuştur. Atasözlerine, manilere ve türkülere konu olmuştur Türk kahvesi: ‘Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var’, ‘Gönül ne kahve ister ne kahvehane / gönül sohbet ister, kahve bahane’… Anadolu’da evlenmek üzere olan genç kızlar istenmeye gelindiğinde, kızların kahveyi yapmakta ve taşımakta olan ustalığına bakılır. Bu yüzden, eskiden beri hayırlı bir iş için gelinen evlerde Türk kahvesi ikram edilir.
Uzun tarihi içinde pek çok insanda tiryakilik yapan kahve, ünlüler arasında da tutkunluk yaratan bir lezzet olmuştur. Ünlü Fransız yazar Honoré de Balzac, kahve tutkunları arasında ön sıralardadır. Kahve tutkunlarından biri de ünlü besteci J. S. Bach’dı. Kahveye olan tiryakiliğini notalara döken Bach, ‘Kahvenin Öyküsü’ adını verdiği bestesinde, kahvenin “şaraptan lezzetli, öpücükten zevkli” olduğunu söylüyor:
“Ah, kahve ne tatlı / binlerce öpücükten daha tatlı / muscat şarabından daha
yumuşak…”
Dünyaca ünlü kahve tutkunları arasında Madame de Pompadour, Alexandre Dumas, Andre Gide, Moliére, Pierre Loti, Victor Hugo, Balzac sayılabilir. Türkiye’de ünlü ressam Ali Rıza Bey, karakalemlerinde kahveyi resmetmiştir. Ünlü komedi yazarı Moliére, Türk elçisi Süleyman Ağa’nın Paris’e tanıttığı kahveyi ilk tadanlardandır. Türk dostu olarak bilinen Pierre
Loti ise hâlen Eyüp’te bulunan kahvehanenin ismi olmuştur. Pierre Loti, deniz subayı olarak İstanbul’da bulunduğu ilk yıllarda Eyüp tepesinde Haliç’in güzel manzarasını seyrettiği için kahvehaneye Pierre Loti’nin ismi verilmiştir.
Bugün İstanbul’da, önünde uzun kuyrukların oluşturulduğu Eminönü’ndeki tanınmış kahve dükkânını kuran Kurukahveci Mehmet Efendi, Türk Kahvesini ilk kez kavurup öğüterek Türk toplumuna sunan kişi olarak bilinir. “Kurukahveci Mehmet Efendi Mahdumları” adıyla 1871’de kurulan ve modern ortamlarda toptan Türk Kahvesi üreten tesisler, kahveyi ilk defa depolarda kavurup, geniş çapta üretime geçmiş ve bu lezzeti teknolojik gelişmelere paralel olarak dünyaya taşımıştır. Bu kuruluş bugün Kurukahveci Mehmet Efendi’nin torunları tarafından yaşatılmaktadır.
Kahvenin popüler hale gelmesi, aslında bizim için geleneksel bir içeceğin kahvehanelere ve bugün “cafe”lere taşınmasıyla olmuştur. Kahvehaneler, yalnızca çay ya da kahve içilen yerler olmanın çok ötesinde, özellikle sosyalleşme mekanı olarak değerlendirilmelidir. Uzun soluklu tarihi içinde, ülkemizde kahvehanelerin “özellikle saygın ve itibarlı insanların bulunmaması gereken bir mekan olarak devlet tarafından etiketlendiği”ni belirten Özkoçak, kahvehanelerin uzun zaman şehirde her türlü asayişi bozan ve cinsel ahlaksızlıkları tetikleyen yerler olarak kabul edildiğini vurgulamaktadır. Kahvehaneler, özellikle Osmanlı döneminde halkı kışkırtan dedikoduların üretildiği ve devletin eleştirildiği yerler olarak algılanmıştır.