Bin Ölüp Bir Dirilen Şehirler
Bugün, hangi Anadolu şehrine gitseniz, kendinizi ‘farklı’ bir yerde hissedebilirsiniz? Bir örnek caddeler, aynı çirkin binalar, devasa tabelalarla tektipleşen şehirlerden yine de sevinçli haberler var. Tarihî dokudan elde kalanlar altın değerinde artık.
İçindekiler [göster]
Bin Ölüp Bir Dirilen Şehirler. Bugün, hangi Anadolu şehrine gitseniz, kendinizi ‘farklı’ bir yerde hissedebilirsiniz? Bir örnek caddeler, aynı çirkin binalar, devasa tabelalarla tektipleşen şehirlerden yine de sevinçli haberler var. Tarihî dokudan elde kalanlar altın değerinde artık.
Şehrinize bir şeyler oldu, siz fark etmediniz, umursamadınız belki de, hem ilgilenseniz ne olurdu ki, şehre ne kadar dâhildiniz sanki, sokağına, kaldırımına, ağacına, parkına, binaların şekline, rengine müdahale edebilir miydiniz? Bir ev gösterdiler, girdiniz, elinize bir fırça verseler çok şeyi değiştirmek isterdiniz, ama dedik ya, kendi şehrinizde misafirsiniz, bulduğunuza boyun eğersiniz.
Bugün birtakım sesler yükseliyor şehirlerden, itirazlar, sızlanmalar… “Şehirlerimiz özgünlüğünü kaybetti.” diyor biri, öteki, tektipleşmeden, nereye gitse hep aynı zevksiz binayı, aynı caddeyi görmekten şikâyetçi: “Ege’den, Orta Anadolu’dan yahut Karadeniz’den üç cadde fotoğrafı koyalım yan yana, hani şu adı ‘mecburiyet’ olan caddelerden, hangisi hangi şehirdedir ayırt edebilene aşk olsun.” Hangi el bu resmi kopyalayıp Anadolu’ya dağıttı acaba?
Yola, o resmi görmek için çıktık, başka resimler görmeyi ümit ederek. İstanbul, elde kalanla avunduğumuz bir şehirdi epeydir; hiç değilse Anadolu, kaybettiğimiz ne varsa saklasın, şehirleri İstanbul’un kenar semtlerini andırmasın isterdik. Kayseri, Muğla, Kastamonu, Kars, Gaziantep, Amasya ve Tokat… Yedi şehir seçtik ve bu şehirlerin sokaklarında, ırmak kıyılarında, yüksek tepelerinde, bir gözümüz taş köprülerde, kalelerde, külliyelerde, bir gözümüz çirkin binalarda, bir örnek caddelerde, rüküş tabelalarda, zevksiz ilanlarda yozlaşmanın ve aynı zamanda özgünlüğün izlerini sürdük. Kayıpla kazancın kol kola yürüyüşünü hayretle seyrettik. Şehir üstüne şehir kuran, yıkıp yapmayı marifet sayan, güzelim mescitleri, medreseleri ve konakları yerin altına gömen adamların dilden dile dolaşan uğursuz isimleri bizim kulağımıza da geldi, onlara direnen şehir sevdalılarının adlarıyla beraber. Gördük ki, kültür mirasına sahip çıktığı nispette benzersizdi bir şehir, kimlikli ve karakterliydi ve kaybolan şehirle dirilen şehre aynı karede tesadüf etmek biraz garipti. Cesareti olanlar, şehrin yitirdiği tarihî eserlerin listesini verdi, o listeyi gizleyenler de hiç değilse gün yüzüne çıkarılan bir mahalleden, onarılan bir külliyeden söz edebildi. İstisnasız her şehirde bir restorasyon seferberliğine, korumakta geç kalmışlığın telaşına, mahcubiyetine, gün ışığına çıkarılan eserlerin gururla sergilenişine şahit olduk, görmeyi ümit ettiğimiz o resmi kısmen bulmanın sevinciyle…
Şehirleri beraber gezelim şimdi ve her bir sokakta, mahallede Türkiye’nin en az yarım asırlık şehircilik sergüzeştini izleyelim.
KAYSERİ: Selçuklu eserleri nerede?
Bugünkü Kayseri, bir sanayi şehri, sakinleri çalışkan ve girişimci, gelenek belli oranda muhafaza edilmiş; fakat tarihî eserler, gereğinden yüksek ve sıkışık binalar yüzünden tıknefes olmuş kent merkezinde ufaldıkça ufalmış, handiyse kaybolmuş. Şehrin göbeğinde, meydanın tam kıyısında devasa bir otele göz yummuş Kayseri yazık ki, otel orantısız boyutuyla, şehre kimlik katan ne varsa ezip geçmiş, kalenin surlarını, Gevher Nesibe Darüşşifası’nı, Sahibiye Medresesi’ni… Şehirde yalnızca otel değil, alabildiğine yükselen apartmanlar ve işyerleri de Selçuklu zarafetini yansıtan güzelim kümbetleri hatta Kapalıçarşı’yı görünmez hâle getirmiş. Bir tepede değil de meydanda bulunan ve bu hâliyle şehirle senli benli olan kale surlarının da yeterince değerlendirildiği söylenemez. Gece aydınlatılıyor oluşu hoş elbette, sur diplerinin ağaçlandırılması, oturma alanlarının düzenlenmesi; fakat yine de, surların hemen üstünde yükselen ve görkemli kale kapılarının ardında görünen binaların uyumsuzluğu bütün ahenk duygusunu öldürüyor. Alaca Kümbet bir caddenin ortasında şaşkın, Şah Kutluğ Hatun Kümbeti otoparkın içinde mahsur… Kayseri bir sınavı verememiş besbelli; ama hangi sınavı? Erbabına soralım istedik; gençliğinde tarihî eserlerin başına iş gelmesin diye nöbet tutan bir Kayseri sevdalısına, bakalım o neler söyleyecek.
Eski şehrin üzerine yeni şehir Mehmet Çayırdağ, Kayseri’de hem müze müdürlüğü hem kültür müdürlüğü hem de Vakıflar Bölge Müdürlüğü yapmış ve bu süre zarfında, şehrin kültürel değerlerini korumak için fedai gibi çalışmış. Abartı değil, zira şehir o günlerde, yani 70’lerden 90’ların başına kadar, tarihi korumak isteyen aklı başında adamların yerel yönetimlerle çarpıştığı bir savaş alanı gibiymiş. Ama daha eskiye inmek gerekir, Avrupalı mimarların, ‘Yeni şehri ayrı bir yere kuralım’ teklifinin, dönemin belediye başkanı tarafından reddedildiği 1940’lı yıllara… Bugün, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, tarihî miras üzerine oturmuş bütün Anadolu şehirlerinin en büyük kaybı budur; şehirleri birbirinden ayırmamak, eskiyi gözünün yaşına bakmadan yıkıp üzerine yeniyi yapmak ya da eskiyi yeninin arasında boğmak. Yazık ki Kayseri’de, her ikisi birden gerçekleşmiş. Eski mahallelerin üzerine imar planı çizip, yeşil alan gibi insani ihtiyaçları hiç hesaba katmaksızın alanı sıkışık apartmanlarla donatan belediye başkanlarının vukuatları saymakla bitmez. Birkaçını Çayırdağ’dan dinleyelim: “Kalenin bin beş yüz senelik kapısını, bekçiyi satın alarak bir gece yarısı ortadan kaldırdılar. Boyacı Kapısı, o semte de ismini veren kapıydı. Surların bir kısmını, Mahkeme Hanı’nı, Hacı Kılıç’taki Mimar Sinan hamamlarını da hep aynı başkan yıktırdı. Melikgazi Medresesi yerin altında yatıyor. Selçuklu Sarayı Cumhuriyet Meydanı’nın altında… Nereyi kazsanız, kalıntılar çıkacak.” Şimdi diyeceksiniz ki, hani Mehmet Çayırdağ bir fedai gibi beklemişti şehri? O bahse yeni geliyoruz efendim, belediye başkanı kale kapısını gece yarısı yıktırırsa, Çayırdağ da Kapalıçarşı esnafının başına hafiye diker. Hikâyeyi dinleyince güler misiniz ağlar mısınız bilemeyiz artık: “O zamanki kavgam belediye başkanlarıyla, gözüm kara, serde gençlik de var. Her gelen valiye derdim ki; ‘Müze müdürü olarak yetkimi aşmam gerekecek, siz bana destek olun.’ Kabul ederdi onlar da, surların önüne büfe mi konduruyorlar, vinç gönderir kaldırtırdım, bir tarihî eseri mi yıkıyorlar, kepçe gönderir engellerdim. Müzenin iki çalışanı hafta sonu dâhil olmak üzere şehirde hafiye gibi gezerdi, Kapalıçarşı’ya pencere mi açıyorlar, inşaat temelinden bir şey çıktı da gizliyorlar mı, her şeyden haberim olurdu. Çok şükür valiler, ‘Şu konağı ben kurtarayım’ diyecek duruma geldi, medreseyi, türbeyi, kiliseyi yıkan, işi gücü arsa açmak olan belediye başkanları da şimdi şehri herkese rağmen korumaya çalışıyor.”
Arsa açmak demişken, şehirleri kimliğinden bunca hızlı uzaklaştıran önemli bir noktayı daha vurgulayalım; arsa rantı… Bilhassa şehir merkezinde arsanın haddinden fazla kıymetlenmesi, iki katlı müstakil evlere ‘ziyan’ gözüyle bakan zihniyetin binaları yükselttikçe yükseltmesi… Yer israfı yaptığı düşünülen o müstakil evlerin, her zaman kolayca gözden çıkarılmış geleneksel sivil mimari örneklerimiz olduğunu söylemeye gerek var mı? Kayseri’nin Tavukçu Mahallesi’nde vaktiyle Ermenilerin oturduğu bitişik nizam taş konakların bir kısmı Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki eliyle kurtarılmış; ama Müslümanların yaşadığı ‘Orta Mahalle’deki evlerin yerinde yeller esiyor şimdi. ‘Yeller esiyor’ dediysek, aceleyle kotarılmış beton bloklar yükseliyor tabii. ‘Kayseri’de Cumhuriyet Dönemi Konut Kültürü’ üzerine doktora tezi hazırlayan Mimar Filiz Sönmez, 1930-70 arasında, geleneksel evden apartmana geçişi adım adım incelemiş. Meselenin birkaç boyutu var; şehrin yerlilerini esir alan ‘apartman özentisi’ ve hızla göç alan sanayi şehirlerindeki konut açığı… Kayseri’nin ve neredeyse bütün Anadolu şehirlerinin ‘tektipleşmesi’ni gerçekçi bir dille özetliyor Sönmez: “Kentin siluetini bozan ekonomik sebeplerdir. Devlet eliyle yapılan ucuz konutlarda bugün bile 70’lerdeki ışıklıklı plan tipi kullanılıyor, yani bir katta dört daire olunca asansör ve merdiven karşısında boşluk oluyor ve böylece ortaya tektip binalar çıkıyor.”
Şehirlerin sadece kayıplarını değil her şeye rağmen özgün kalabilmiş yanlarını da arıyoruz. Onca tahribe rağmen, Kayseri’yi özgün kılan nedir mesela? Akla ilk gelen mutfağı tabii ki, ‘kırk tanesi bir kaşığa sığan’ meşhur mantısı, pastırması ve sucuğu. Şehrin bu anlamda epey lezzetli olduğunu herkes biliyor, ancak bazı özellikleri bilmek için ya şehre dair kitapları okumak ya da oraya yol düşürmek gerekiyor. Şehrin kadim atmosferini hissedebileceğiniz Kapalıçarşı mesela, içinde dolaşıp esnafıyla sohbet etmedikçe anlaşılamaz, Bedesten, Yüncüler Çarşısı, Pamuk Han, Vezir Han, Urgancılar Çarşısı bir zamanların Kayseri’si hakkında ipuçları gizler. ‘Çarşılar, Bedestenler, Hanlar’ kitabının yazarı, seyyah Özcan Yurdalan, Kayseri Kapalıçarşı esnafının güven ve tevazu üzerine kurulu insani ilişkileri bugüne taşıdığını gözlemlemiş: “Yaz mevsiminde çocuklar, hayatı öğrensin, insanları tanısın ve en mühimi de, egosu törpülensin diye Kapalıçarşı’daki tanıdık esnaflara çırak olarak gönderiliyor hâlâ. Bu köklü bir gelenek, ‘Cumhurbaşkanı buradan çıktı, çıraklık yaptı bu çarşıda’ diyorlar, müthiş bir hayat bilgisi.”
Erol Taş’la Ayhan Işık arası
Kayseri’de söz konusu mimari ise mızmızlanmak serbest, şehrin mihenk taşı Hunat Hatun Külliyesi önündeki alaca bulaca ilan panolarının ya da birbiriyle yarışan dev irisi mağaza tabelalarının oluşturduğu kargaşa karşısında yüz ekşitmek de mubah. Ama surları takip edip de sırtını Yoğunburç’un taşlarına dayamış çayını yudumlayan Emir Kalkan’ı görürseniz, pek rica ederiz, pamuk şekerine dönüşün. Yazar-çizer takımındandır kendisi, kalender meşreptir, kitaplarında hep kaybolup giden Kayseri’yi, bilhassa da çoğu artık hayatta olmayan renkli simaları hikâye eder ve çoğu zaman yanında, o kitaplardan birine girmeye aday ilginç adamlar oturur. Kartvizitinde ‘halk filozofu’ yazan Ömer Çolakoğlu mesela… Kendisini, ‘Kavgaları ayırır, yolda kalmış arabaları iterim.’ diye tanıtan, Erol Taş heybetinde, Ayhan Işık zarafetinde kaç adam gördünüz şu dünyada? Misafir olun masalarına, göreceksiniz onlar da muzdariptir şehrin geldiği noktadan. Kayseri için bakın ne diyor Emir Kalkan: “Dev siteleri, dev iş merkezleri ile çağdaş, modern, kocaman bir metropol oldu. Ancak büyümenin kaçınılmaz sonucu eski sıcaklığını yitirdi. Çağdaşlık böyle oluyor galiba; kalabalıklar, koşuşturmalar ve sevdasız, cezbesiz, coşkusuz, mekanik bir hayat. Her şey yapay ve kuru ve tek geçerli şey para.”
Bağ evlerini bile kurtaramadık
Kayseri şehir kültürünün olmazsa olmazlarından biri, yaz mevsimini bağ evinde geçirmek. Gelenek biçim değiştirerek de olsa devam ediyor, eski bağ evleri yıkılıyor, yerine villalar ve hiçbir vakit kullanılmayacak üç dört katlı apartmanlar dikiliyor… On yıl boyunca, televizyon programları düzenleyerek şehir sakinlerini eski bağ evlerini korumaya davet eden; ama gidişatı değiştiremeyen Mehmet Çayırdağ’ın tespitine bakılırsa şehir, müstakil evin, el emeğinin yeniden kıymet bulduğu günlerin epey uzağında henüz; Bünyan halılarına bile ‘eski’ diye yüz verilmiyorsa…
KASTAMONU: Anadolu sürprizi
Bir şehri diğerinden farklı kılan çoğunlukla topoğrafik özellikler… Yamaç, tepe, vadi ya da ırmak, şehre karakteristik bir görünüm sağlıyor ve insan elinin olanca hoyratlığına rağmen tarihî dokunun bozulmasını önlüyor. Kastamonu, hem şehrin içinden akan Karaçomak Deresi hem kale eteğinde ve vadi yamacında bugün bile göz dolduran ahşap konaklarıyla gerçek bir Anadolu sürprizi. Sürpriz diyoruz; çünkü Kastamonu, ne hikmetse yeterince tanınmıyor. Yurdun bir köşesinde, eski güzel günlerdeki hâliyle unutulmuş bir şehir gibi, taş köprüsüyle, kalesiyle, hanları, hamamları, konaklarıyla, pamuklu fanila dokuyan teyzeleri, çekme helva yapan amcaları, sahabe ve evliyalarıyla başka bir zamanı yaşıyor sanki. Şehirlerin tektipleşmesinden yakınanlar ve nereye gitse sanki hep aynı yerde dolaşıyormuş hissine kapılanlar, Kastamonu’da; “Evet burası, başka bir şehir, kendine özgü, apayrı.” diyebilecek. Bir kere, Anadolu’da görüp görebileceğiniz en güzel ‘Cumhuriyet Meydanı’ burada. Asırlık taş binalarla çepeçevre sarılmış meydan aynı zamanda bir dinlence ve hatta balonlarla koşuşturan, bisikletle gezinen çocuklar için eğlence mekânı… Bir akşamüzeri güneş, taşları iyice sararttığında, tepedeki saat kulesi, sağdan soldan yüz gösteren beyaz badanalı ahşap konakları ve ortadaki Şehit Şerife Bacı Anıtı’yla meydan, size de bir oyun oynar. Anıtın dibinde oturan Âşık Hüseyin, bir vakitler koyunlara çaldığı yanık ezgileri sizin için çalıyor. İşte bir kez daha kafanız karıştı, bu, kelimenin tam manasıyla sevimli şehir hangi zamanı yaşamakta? Bir Anadolu şehrini böyle iliklerine kadar pek az yerde hisseder insan.
Görünmez şehir
Dışarıdan gideni pek mutlu eden Kastamonu, kendisini neden talihsiz görüyor acaba? Teğet geçilen bir şehirmiş burası, sahip olduğu güzellikleri bir türlü fark ettiremiyormuş. Ağzını açacak olsa, biri Amasra diyormuş, öteki Safranbolu, her biri de tertemiz, bakımlı, cıvıltılı, feyizli onlarca mekânı; Şeyh Şabani Veli Hazretleri’ni, Yakup Bey Külliyesi’ni, Cem Sultan Bedesteni’ni, İsmail Bey Külliyesi’ni, Nasrullah Meydanı’nı, Münire Medresesi’ni Kastamonu’da boynu bükük bırakıp gidiyorlarmış ki, bunlar bir solukta sayabildiğimiz. O zaman bir tanıtım eksikliği var ya da kültür turizminde istenen noktada değiliz henüz … Ve tabii kader… Şehirler insanlara benzer. Kiminde yıldız kumaşı vardır, uzaklardan parıldar, kimi de görünmezlik elbisesi giyinmiştir sanki, yanına yöresine sokulmazsan belli etmez kendisini, ama bir açarsa kapısını hazineleri baş döndürür, öyle olur ki, ne beton çirkinliğini görür gözünüz ne kablo kirliliğini…
“Biz de tam oraya geliyorduk.” diyeceksiniz şimdi, “Hani kayıpları konuşuyorduk, nerede kaldı şehrin canına okuyanlar, yıkılan konaklar, yollara kurban giden medreseler, mescitler?” Efendim, betonlaşma illetine Kastamonu da tutulmuş tabii, otopark açılsın diye konakları yakılmış, hatta yıkımcı valilerden biri buraya da uğramış. Şehrin yerlilerinin anlattığı bir hikâye vardır mesela, 1960’larda, zamanın valisi, Nasrullah Meydanı’ndaki taş konağı yıktırmak istiyor; ama halk karşı çıkıyor, hatta durumu telgrafla İsmet İnönü’ye bildiriyorlar. İnönü de halkın isteğine uygun bir cevap gönderiyor; fakat vali, telgrafı getiren görevliyi, “Akşam akşam getirilir mi bu, sabah gel!” diyerek kovuyor ve gece yarısı konağın icabına bakıyor. Geceleyin kale kapısı yıktıran belediye başkanı olur da konak yıktıran vali olmaz mı! Kusurları saymaya başladık ya, arkası gelir, en büyük yanlışlardan biri, Karaçomak Deresi’nin kenarına dikilen çok katlı binalar… Dere boyunca yürüyen biri, kale duvarları gibi yükselen bu apartmanların ardında kısmen korunmuş bir şehir olduğunu mümkün değil anlayamaz. Şehri bir anlamda arka tarafa hapseden bu çirkin seddin, bir kalenin eteğine tutunan konakların pitoresk görüntüsünü kapatmak gibi bir günahı daha var. Tarihçi-yazar Nail Küçük’ün, ‘Kastamonu’ kitabında, 1930’ların ortasında çekilmiş bir fotoğraf, dere boyuna sıralanmış iki katlı ahşap konakları gösteriyor. O konaklar yıkıldı hadi, yerlerine en fazla üç katlı binalar dikilemez miydi, hadi binalar dikildi, Nasrullah Kadı Köprüsü’nün beli niye kırıldı? Karaçomak Deresi’ni güzelleştiren beş yüz yıllık taş köprünün iki gözü, yol genişlesin diye yıktırılınca şehir halkı, ahengi bozulan köprüye bir ad takmış o gün; ‘Kambur Köprü’… Gülsek mi hâlimize, ağlasak mı?
Hiç değilse kalanları koruyalım
Şehir manzarasında en hızlı gedik oluşturan, evler olmuştur hep. Yetmiş yıl önce çekilen fotoğraflar Kastamonu’nun kayıplarını gösteriyor; ama olan olmuş bir kere, elden ne gelir, merhum Turgut Cansever’in deyimiyle “Yıktıklarımızdan daha güzel şeyler yapmadık; hiç değilse kalanları korumaya çalışalım.”
Bereket versin, korumak makbul bir davranış artık. Kastamonu’da mesela, bir konak sahibi olmak mühim bir hadise bugün, üzerine hayaller kurulabilir, çoluk çocuğun geleceğini kurtarabilir artık bir konak. Evlerin ticari bir emtia olarak görülmesi pek sevimli durmayabilir; ama gelinen noktada, ‘Yaşasın da nasıl yaşarsa yaşasın’ deme durumundayız. Ahmet Turan Alkan’dan da omuz almışız hem; “Sivil mimari eserlerine hoyratça davrandık. Allah’tan şimdi ticari bir fonksiyon yüklendi de ‘Bunu koruyalım kafe olur, lokanta olur, butik otel olur’ diyerek sahip çıkıyorlar evlerine. Hiç eleştirmiyorum, yeter ki ayakta dursunlar.” Kastamonu’da restoran yapılan konaklarda, tam da Ahmet Ağabeyimizin ‘muhakkak olmalı’ dediği şehre özel içecekler ikram ediliyor üstelik. Konağın kapısındaki listede ‘üryani’ ve ‘ekşili’yi görürseniz tereddütsüz dalın içeri, biri erikten, diğeri elmadan üretilen iki şerbeti de beğeneceksiniz.
Şehir sakinlerinin yıkılsa da kurtulsak dediği evlerine bugün sahip çıkmalarında, devletin verdiği hibenin rolü büyük; ama onarılan bir konağın değerli olduğunun görülmesinde iki kişiyi hatırlamak gerek. Biri, konakları restore eden, hatta kendisi de o konaklardan birinde yaşayan mimar Ahmet Sevgilioğlu, diğeri gözüne kestirdiği tarihî evlere fahiş fiyatlar biçen turizmci Cem Dilimel. İkisinin de niyeti halis; halk, eski evlerinin para ettiğini fark etsin ve onları çürümeye terk etmekten vazgeçsin, böylelikle o evlerden arta kalan arsalar kıymet kazanacağına kültür kazansın. Çocukken oyun oynadığı 600 yıllık Kurşunlu Han’ı bugün otel olarak işleten turizmci Dilimel, gelinen noktayı özetliyor: “Şehre döndüğümde konaklar yanıyordu. Sarı Konak’a 175 bin dolar verdik, ‘Bu kadar eder mi?’ diyenlere, ‘Bu, Kastamonu’nun yalısıdır’ dedik. O günlerde, binasına enkaz gözüyle bakanlar şimdi, ‘Bu konağı veririm, yerine beş daire isterim’ diyor. Hatta evine talip olduğumuz biri, son anda satmaktan vazgeçti, ‘Restore ettiririm, ileride iki çocuğumu da kurtarır’ dedi, biz de kendisini destekledik.”
GAZİANTEP: Sanayi şehirleri için de kültür öncelikli olabiliyormuş!
Eski yerleşimle yeniyi ayırmayı kısmen başarmış, daha da güzeli son yedi yıldaki onarım çalışmalarıyla bu ayrımı gözle görünür hâle getirmiş bir şehir var karşımızda; Antep… Kültürel değerleri korumanın bunca öncelikli olduğu kaç sanayi şehri var Anadolu’da? Bugün diyebiliriz ki, şehri gezmeye gelen birine eski Antep kâfidir; hem konaklama hem yemek hem de alışveriş için. Şehrin yeni kısmına hiç uğranmadan doğruca havalimanına geçilebilir pekâlâ. Belki diyorsunuz ki, “Yeni şehirle nedir bu alıp veremediğiniz? Eskiye bunca düşkünlük niye?” Bu soruyu biz de çok sorduk inanın kendimize, sadece kendimize değil, karşılaştığımız herkese. Açık yüreklilikle, sorgulayarak, didikleyerek; yalnızca eski şehirlerde oyalanmak isteyenlerin oryantalistlikle suçlandığını bilerek. Ve şehirlerin, dışarıdan gidenler için değil, içinde yaşayanlar için düzenlenmesi gerektiğini kabul ederek. Nihayet, oy birliğiyle şu karara vardık: “Biz, bir şey arıyoruz, sahici bir şey, yaşanmışlık, ancak eski taş duvarlara sırtımızı dayadığımızda hissedebileceğimiz bir köklülük, aidiyet duygusu, o mekânlarda yüzyıllardır söylenen bir şarkıyı, anlatılan bir hikâyeyi gönül kulağıyla dinleme arzusu gibi…” Ahmet Hamdi Tanpınar, iyi ki var, nasıl da yetişiyor imdada: “Cedlerimiz, inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.” O zaman, şehirleri eskiyi korudukları nispette kimlikli, karakterli sayıyoruz diye kimseler itiraz etmesin.
Şimdi, koruma hususunda Anadolu’daki birçok şehre örnek olan Antep modelini inceleyelim. Yedi sekiz yıl önceye kadar, şehrin yerlisinin dahi dolaşmaya cesaret edemediği sokakları nasıl cazibe merkezi hâline getirdiler mesela? Cevabı, tam da bu işlerin göbeğinde duran, gayet yetkili ve donanımlı bir isimden alıyoruz. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanı ve Tarihî Kentler Birliği Genel Sekreteri Sezer Cihan, kolları sıvadıkları ilk günden bu yana neler yaşadıklarını anlatıyor. “ Eski Antep’in, sahipsizliği ve terk edilmişliği karşısında şaşkına dönmüştük. ‘Vatandaş evini niye onarmıyor, şehrine niye sahip çıkmıyor, bu mekânları neden ticarethane ya da müze yapmıyor?’ diye hayret ediyorduk. Sonra, yerel yönetim olarak ilk adımı bizim atmamız gerektiğini fark ettik. 2004’te bu kararı aldık ve bir yıl sonra uygulamaya geçtik.” Bir şehirle ilgili, kimi zaman fincancı katırlarını ürkütme pahasına kararlar almak, uygulamak o kadar kolay iş midir? Değildir! İlk restorasyon çalışmalarının başladığı Bakırcılar Çarşısı’ndan hem itirazlar hem alaylı sesler yükselmiş nitekim. Kimi esnaf dükkânı eski hâliyle kalsın istemiş, kimi, “Çok gördük sizin gibi ölçüp biçenleri.” diye dalga geçmiş. O gün, çarşının hâline bakıp “Allah’ım yardım et, buradan nasıl çıkacağız?” diye endişelenen Sezer Cihan, altı ayda 300 dükkânı restore ettirerek çarşıdan yüz akıyla çıkmayı başarmış; fakat birazdan da görüleceği üzere Antep’in asıl başarısı, büyükşehir belediyesinin başı çektiği bir ‘ortak akıl’ hareketinde.
Nasıl bir Antep?
Bir şehirde onarım çalışmaları ağır aksak ilerliyorsa anlayın ki, o şehrin valisi, belediye başkanı, aydını, eşrafı, halkı bir araya gelmeyi başaramamıştır. Şehirler, zihin dağınıklığını, adam sendeciliği, küskünlüğü saklamazlar. Eski Antep’in, el birliğiyle ayağa kaldırıldığını saklamadığı gibi… Büyükşehir belediyesi, ‘Bu ev satılıktır’ ilanlarına savaş açmış önce, “Antep evini koruyalım, yaşatalım” kampanyasının amacı o metruk, harabe evleri hem kurtarmak hem de kıymetini hatırlatmakmış. İşte bu noktada, ‘dünya kadar’ eski ev olduğunu fark eden belediye, “Biz tek başımıza bu işin üstesinden gelemeyiz.” demiş ve ilçe belediyelerini, valiliği, vakıfları, ticaret sanayi odasını, ÇEKÜL’ü, il özel idaresini, esnafı ve konak sahiplerini de projeye dâhil etmiş. Herkes aynı sorunun cevabını arayacakmış: “Nasıl bir Gaziantep görmek istiyoruz?” Hangi kurumun, hangi yapıyı, ne zamana kadar onaracağını gösteren beş yıllık planın sonucu ortada… Antep halkının bile ‘yok’ zannettiği bütün hanlar, hamamlar, konaklar gün ışığına çıktı, kilometrelerce alan şehre yeniden kazandırıldı ve kendi hâline terk edilmiş eski mahalleler yeniden cazibe merkezi hâline geldi. Söylemeden geçmeyelim, Antep, kahverengi tabelaların en güzel kullanıldığı şehirlerden biri, o tabelalar nerede olursanız olun sizi ısrarla kale civarına, müzelere, hanlara, çarşılara yönlendiriyor çünkü…
Her şey iyi güzel; ama bir itirazımız var, restore edilen binaların nasıl değerlendirileceği henüz anlaşılamamış. Vaktiyle varlığından haberdar olmadığımız Bey Mahallesi’nin binbir emekle düzenlenmiş sokakları, Beyoğlu’nun arka sokaklarıyla bu kadar mı çabuk benzeşir? Onarılmış görkemli konakların çoğu, niteliksiz kafelere dönüştürülmüş, hepsinde aynı ucuz müzik, aynı ucuz reklâm: “Kahve sizden, fal bizden.” Hiçbirinde oturmak gelmedi içimizden. Sonra, kale civarında sözünü ettiğimiz her biri zaten yeterince tarihî görünen güzelim hanların tabelalarına ‘tarihî’ yazmanın ne anlamı var; ‘Tarihî Millet Han’, ‘Tarihî Kürkçü Han’… Onca zaman sonra yitiğine kavuşunca insan, ne yapacağını şaşırıyor anlaşılan, altını çizme ihtiyacı duyuyor demek ki. Birkaçına girdiğinizde zaten, dekorasyondan ne anladığımızı da göreceksiniz; eskiye dair ne varsa; kilimler, bakırlar, ahşap işleri, gaz lambaları duvarlara gelişigüzel asılır hatta odalar bir antika dükkanının deposu hâline dönüştürülür, alın size nostaljik ve de otantik bir ortam. Eskiyi nasıl değerlendirmemiz gerektiğini bir zaman sonra öğreneceğiz elbet… Aslında, Antepli yetkililerin isteği de restore edilen evlerde ailelerin yaşamaya devam etmesi, mahalle hayatının sürmesi, ayağa kalkan her konağın alelacele bir kafeye çevrilmemesi yönünde. Büyükşehir belediyesinin Bey Mahallesi’nde düzenlediği atölye mesela, Antep mutfağı ve kooperatifleşme konusunda eğitim alan hanımların eski Antep evlerinde oturmaya devam etmelerini sağlayacak. Kendi mahallelerinde para kazanabilen ve evlerine bakım yapabilen aileler, kültürü de yaşatmış olacaklar. Şehir öncelikle kendi sakinleri için değil midir zaten?
Metin Sözen Eğitim ve Kültür Merkezi Müdürü Zafer Okuducu’nun da dediği gibi; “Turizm bir araçtır, amaç olması iyi değildir, çünkü turizm verir; ama verdiğinden fazlasını alır ve hızla aşındırır. Biz, usta çırak ilişkileri devam etsin, meslekler, dolayısıyla evler, mahalleler yaşasın, kültürel süreklilik sağlansın istiyoruz.”
AMASYA: Yalıboyu’ndan karşıya hiç bakma!
Bir fotoğraf karesi; Yeşilırmak kıyısına dizilmiş ahşap konaklar, arkada kaya mezarları ve daha yukarıda haşin Harşena Kalesi… Amasya’yı yıllar yılı böyle bilip böyle tanıdıktan sonra, adımlarınız hayalî değil, hakiki anlamda o ırmağın kıyısına ulaşsa ne görürsünüz? Fotoğraf evet, doğru söylüyor; fakat bütün doğruyu değil. Yeşilırmak’ın iki kıyısı var çünkü, birinde ahşap konaklar, diğerinde çok katlı apartmanlar. Ne çok isterdiniz değil mi, o fotoğraf, merhum Turgut Cansever’in ‘cennet’ şehirlerinden birine; üslup bütünlüğüne, avlulardan dışarıya meyve ağaçlarının sarktığı, tabiata, insana saygılı bir mimari yerleşime götürsün sizi. Ama olmadı, bütün yurdu kanserli bir hücre gibi saran niteliksiz yapılar zihninizdeki cenneti tarumar etti. Siz ne yaptınız? O binalara sırtınızı dönüp, aynı yerden, aynı fotoğrafı çektiniz, göz güzeli görmek ister çünkü… Ama biliyor musunuz az kalsın, şehrin elinde o fotoğraf bile kalmayacakmış. Vaktin birinde Yeşilırmak’ın üzerini kapatmak isteyen bazı adamlar nasıl peyda olduysa, bir vakit de “Bu çöplükleri böcüklükleri niye tutuyoruz? Yalıboyu’na bir dizi apartman yapalım tertemiz çıksın” diyen adamlar türemiş. İşte o günlerde, konaklardan biri sabaha çıkamadığında, ilginç raporlar düzenlenmiş: “Gece saat iki buçukta oyun oynayan çocukların çıkardığı yangın sonucu…” Çocukların o saatte oyun oynamayacağını bilenler, kimi kime şikâyet edeceklerini bilememiş.
Elma bahçelerine site
Şehrin apartmanlaşma serüveni, bütün yurtta olduğu gibi Amasya’da da kat mül-kiyeti kanununun çıktığı ve imar planlarının geniş ölçekli kullanıldığı 1960’larda başlıyor ve Kastamonu’da yapılan yanlış burada da tekrarlanıyor; ırmak kıyısında yükselen çok katlı binalar, estetik kaygıdan da öte, iki yalçın kaya arasına sıkışan şehrin nefesini hepten kesiyor. “Bunlar tartışılmalıydı.” diyor şehrin aydınlarından Mehmet Tektaş. “Eğer tartışılsaydı, elma bahçeleri de imara açılmazdı.” Durumun vahametini görmek üzere, kaleye nazır, yüksekçe bir seyir terasına çıkıyor ve bir zamanlar elma bahçeleri neredeymiş, anlamaya çalışıyoruz. Şehrin çok dışı değil, emin olun, Amasya’nın girişi ve çıkışı, bir uçta İstasyon Köprüsü’nden, diğer uçta Kuş Köprü’den öteye bakacaksınız. Bugün betondan başka bir şey göremediğiniz bu iki alan, 1980’lerin ortasına kadar elma bahçeleriyle müzeyyenmiş ve yazık ki o yeşil, bereketli günlerden bir mahalle adı kalmış geriye; ‘Bahçeleriçi’… Her kıyımdan sonra söylenen, “Şehrin nüfusu artıyor, insanlar nerede oturacak?” izahına daha ne kadar sığınabiliriz, bütün yeşil alanlar dümdüz edilene kadar mı? O günlerde müze müdürü olan Mehmet Tektaş, yeni şehrin gelişimi için Çorum yolu üzerinde planlanan uydu kent projesine itibar edilmeyip şehrin çekirdeğinden sağa ve sola doğru açılmasında arsa rantının mühim rolü olduğunu düşünüyor: “Önce Kuş Köprü tarafı apartmanlaştı. Aslında orası dere yatağı tamamen. İmara açılınca arsa fiyatı üçe beşe katlandı, alan memnun satan memnun.”
Şehrin yetkili ağızları, kayıplardan söz etmek yerine, şanlı geçmişi anlatmaktan yana. Pek tabii Amasya, şehzadeler yetiştirmiş bir şehir. Kendisinde vali olanlar sonra cihanı yönetmiş ve elbette bu memleket, Osmanlı sultanlarına yaraşır günler görmüş; ama biz o yüksek kültürden günümüze ulaşan veya yitip giden neyse onu arıyoruz; abidevi eserleri, sivil mimari örneklerini, giysileri, el sanatlarını… Sevinerek söylemeliyiz ki, hemen hiçbir Anadolu şehrinin kaçamadığı tahribatla çehresi epeyce değişmiş olsa da, kimlikli bir şehir Amasya, onu diğer şehirlerden ayıran o meşhur Yalıboyu fotoğrafı dışında da gururla göstereceği abidevi eserlere sahip. Şehrin kalbi, etrafında dönüp dolaşılan, avlusunda huzur bulunan abidevi bir camiden yoksun Antep’te olduğu gibi bir kale değil burada. Kale yeterince ihtişamlı olmakla birlikte, şehre seyirci, Amasya’nın kalbi, camisi, medresesi, imarethanesiyle II. Bayezid Külliyesi’nde atıyor. Şehzadeler Şehri olmanın ayrıcalığı yalnızca külliyede değil, irili ufaklı bütün tarihî camilerde, hamamlarda kendini gösteriyor. Şehrin kimliğini perçinleyen eserlerden biri de İlhanlılar dönemine ait bir Darüşşifa. Bugün, cerrah Sabuncuoğlu Şerefeddin adıyla anılan mekân, müzikle tedavi yönteminin uygulandığı eski günlere uygun düşen eyvan konserleriyle, tıbbi bitki yetiştiriciliği ve geleneksel macunlarıyla yaşayan, canlı bir müzeye dönüşmüş durumda; Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihî Müzesi…
Niye yıkıldı, kimse bilmez
Fakat şehirde biraz dikkatli bir gözün hemen fark edeceği, ‘olmamış, oldurulamamış’ yerler de var: “Yavuz Selim Meydanı” gibi mesela. Şehirde akıp giden hayata etki edememiş, biraz istirahat etmek isteyenleri bile kendine çekememiş, yalnızca resmî törenler için kullanılan eğimli, dar bir alana ‘meydan’ denmiş, şehrin bağrı açık olmadığından muhakkak. Ama insan düşünmeden edemiyor, yamaçta, böyle ‘meydanımsı’ bir alanı açmak için, 15. yüzyıldan kalma klasik bir Osmanlı hamamının başını yakmak mı gerekirdi! Neymiş efendim, ‘yıkılmaya meyyal’ imiş. Gel de Tanpınar’a hak verme şimdi: “Yapmasını iyi bilen Şark, muhafaza etmesini bilemez.” Cümlenin devamını da biz getirelim; sadece yerin üstündekileri değil, yerin altındakileri de muhafaza edemez. Saraydüzü mevkiinde Çelebi Mehmet döneminden beri oluşan ve Amasya’nın Karacaahmet’i diye bilinen Osmanlı Mezarlığı 1940’larda, tarumar edilip ‘Pirler Parkı’na dönüştürülmüş. O gün, her biri sanat eseri değerindeki mezar taşlarını kaldırmanın makul bir açıklaması var mıydı? Ziya Paşa’nın Yeşil-ırmak kıyısına yaptırdığı saat kulesinin niye yıkıldığı bugün bile izah edilemiyor mesela. Sonradan aynı yere ‘hantal’ desek kimsenin gücenmeyeceği yeni bir kule yapılırken eski fotoğraflara bakılsaydı hiç değilse! Amasya Müzesi’nde çalışan sanat tarihçi Muzaffer Doğanbaş’a göre bu tür durumlar, ağır hasarlı trafik ka-zalarına benziyor: “Bir kez yıkarsanız, orijinal dokuyu asla eski durumuna döndüremezsiniz.” Ve meseleyi can alıcı bir noktaya getirip bırakıyor: “Evet, geleneksel mimari örneklerini, bayındır mahalleleri büyük oranda kaybettik. Yangınlar, Yeşilırmak’ın taşması, deprem-ler ve daha beteri insan eli… Ama bana göre, en büyük tahribat zihinlerde oldu. Kendine yabancılaşma diyelim biz buna. Birbirine dayanarak duran eski evleri yıkmakla komşuluğu öldürdük. Bugün, Amasya’da birkaç eski mahalle dışında komşuluğun yaşadığı söylenemez.”
Bir şehirden diğerine, bütün o yolculukların ve sohbetlerin fonunda asılı duran ve cevaplanmayı bekleyen asıl mesele bu işte; bizim arayıp durduğumuz sadece yapılar değil, o yapıların etrafında dönen, içinde yaşanan hayat; o mahallelerin, o evlerin hakiki sahipleri… Onlar yoklar, onların zihin dünyası, dünya tasavvuru, medeniyet telakkisi de yok. Bir şey diğerine götürür, biri diğerinin sebebi, yol açıcısıdır hâlbuki… Bugün restore edilen binalar bir mağarada yüzyıllarca uyuyan Ashab-ı Kehf gibi, başka bir şehre, başka insanların arasına uyanıyor. Sonra, konaklar bile galoşla gezilen müzelere dönüşüyor, yaşamalık değil seyirlik…
TOKAT: 900 adımda 900 yıl
Bir şehir, sadece bir sokak için görülmeyi hak eder mi? Söz konusu Sulusokak ise evet, kesinlikle! ‘Açık hava müzesi’ tanımını fazlasıyla hak eden bu sokakta, Tokat’ın serencamını izlersiniz; kimler geldi, hangi eserleri bırakıp gitti, yukarı doğru, sağlı sollu bakınarak çıkarsınız. 900 yılı, hepi topu 900 adımda yaşarsınız. Bu bir slogan gibidir evet, her şehirde bulamayacağınız donanımlı, esprili bir sanat tarihçisi ve aynı zamanda Mevlana Müzesi Müdürü Ekrem Anaç’ın, şehrine armağanıdır. Sokağı, hem dönem hem de yapı çeşitliliği bakımından ‘Anadolu Türk mimarisinin laboratuarı’ gibi gören Anaç, yol boyu ‘hakiki’ bir ‘ilk’ler ve ‘en’ler listesi de oluşturuyor. Restorasyon çalışmalarıyla eli yüzü açılmadan önce, yerlisine ‘ah!’ çektiren, dışarıdan gelene de kendini belli ki utancından göstermeyen Sulusokak, örneğine başka hiçbir şehirde rastlanmayacak yoğun ve katmanlı dokusuyla Tokat’ı ‘benzemez kimse sana’ listesine yerleştiriveriyor işte! (Ahmet Turan Alkan, Tokat’a defalarca yolu düştüğü hâlde, Sulusokak’ı ancak eserler onarıldıktan sonra fark ettiğini ve bu geç buluşmanın tesiriyle beyninden vurulmuşa döndüğünü söylüyor.)
Bir müsait zamanda sokağı dolaşacağınızı ümit ederek, ilk adımda karşımıza çıkan Garipler Camisi’nden bahsedelim biz, zira sanat tarihçi Ekrem Anaç bu caminin Anadolu’nun en eski ‘Türk’ camisi olduğunu söylüyor. İtiraz ettiğinizi duyar gibiyiz, biz de hemen atılıverdik zira: “Ama bir sürü ‘en eski’ cami var, hangisi gerçekten en eski?” Ekrem Anaç, bıyık altından gülüp hâlimize, tafsilatlı bir izaha girişti: “Eskilik meselesine girersek, Diyarbakır Ulu Camii daha eskidir; ama Ümeyye dediğimiz Arap üslubuyla yapılmıştır. Ani’deki cami de ‘en eski’ diye gösterilir ama o da Alparslan tarafından değil, Kürt Beyi Menuçehr tarafından Ermeni mimari üslubuyla yaptırılmıştır. Tokat’taki Garipler Camii ise 1040 yılında Buhara yakınlarındaki Degaron’da yapılan kubbeli cami stilinin Anadolu’da uygulanan ilk örneğidir.”
Kabul etmeli ki bu tartışmalı bir mevzudur ve itiraz eden birileri hep çıkacaktır. Ancak bir şeyi daha kabul etmeli, Tokat, hakikaten “gördüğüm en güzel…” cümlesini sıklıkla kuracağınız gizli bir hazine gibi… Şehrin her yanına inci taneleri gibi serpiştirilmiş eserlere hayranlıkla bakarken, yürüdüğünüz kaldırımın bozukluğunu, şehrin bakımsızlığını, kayıplarını görmez oluyorsunuz. Ve tabii, bunca güzelliğin nasıl olup da bu kadar saklı kalabildiğine hayret ediyorsunuz. İmajın gözü kör olsun! Görüp görebileceğiniz en görkemli konak Tokat’tadır sevgili okur, Latifoğlu Konağı ve yine en hoş saat kulelerinden ve Mevlevihanelerden ve her milimi kalem işiyle süslenmiş en güzel mahalle camilerinden biri… Ve Taşhan, şehrin cazibe merkezi, orada soluklanabilir, alışveriş yapabilir, ustalarla sohbet edebilir, çalışmalarını yakından izleyebilirsiniz. Doğrusu, böylesi geniş, ferah ve oyalayıcı bir tarihî mekân pek az Anadolu şehrine nasip olmuştur. Biz de bir vakit, oyalandık burada, eskiden yolcuların neredeyse bir otel konforuyla konakladığı odalardan birinde, şehirlerine tutkun Tokatlılarla lezzetli bir sohbet imkânı bulduk. Şehre ait her türlü tafsilatı sorabileceğiniz Hasan Erdem’le, ‘Ak Zambaklar Şehri Tokat’ kitabının yazarı Yasemin Dutoğlu ile, rehberliğinden çok şey öğrendiğimiz Ekrem Anaç’la, şehri ve insanını konuştuk, ikisi de birbirine benziyor zira, Tokatlının mizacı da, tıpkı Tokat iklimi gibi mutedil ve keyifli… Topoğrafya, şehirlerin kaderinde mühim rol oynar demiştik, Tokat günümüze ulaşabilmiş onlarca özellikli eseriyle göz dolduruyorsa bugün, iklimine ve coğrafyasına borçludur biraz da. Ne Karadeniz kadar yağışlı, ne Orta Anadolu kadar kurak ve bozkır…
Tokat, komşuluk ilişkilerinin apartmanlarda bile ölmediği nadir şehirlerden biri aynı zamanda, evlerde kaynatılan kuşburnu reçellerinden, akzambak reçellerinden bir kavanoz muhakkak komşuya da gider. Dut zamanı, kiraz zamanı bahçelerden başını uzatan hanım teyzeler hep aynı şeyi söyler: “Yemezsen vebali üstüne olsun.” Şehri güzelleştiren bunlardır. ‘Ninelerimizin Komşuları’ kitabının yazarlarından Zekeriya Başkal da, şehrin her daim hoşgörülü yapısını anlamlı bir örnekle izah ediyor: “Tokat sandığı meşhurdur, her genç kızın çeyizinde bulunur. İşte o sandıklardan birinin kapağında ideal şehir silueti diyebileceğimiz bir manzara gördük. Ermeni bir usta, muhtemelen Tokat’ı resmetmiş, solda güzel bir cami, sağda kilise, arkada ağaçlar… Sandığın iç kapağında sahibinden başka kimsenin göremeyeceği bu resimde camiyle kilisenin yan yana gösterilmesinin reklâmla bir ilgisi olamaz.”
Az çok seyahat edip de günün birinde yolu Tokat’a düşmüş biri daha ilk dakikada neşeli, sıcakkanlı, misafirperver bir halkayla sarıp sarmalanacaktır zaten, evlere, sofralara konuk edilecektir muhakkak, biz böyle gördük, gördüğümüzü söyledik.
Buraya kadar bir masal şehir anlattık belki, umduğumuzdan epey fazlasını bulmanın coşkusuyla… Tokat da, her Anadolu şehrinin makûs talihini paylaşıyor hâlbuki… 1920’ler, 30’lardaki siyah-beyaz fotoğraflar hemen her şehri, birbiriyle uyumlu konutlarıyla ölçülü ve ahenkli gösterir, kusursuz bir tablo gibi. Sonra, bugüne dönüldüğünde, sağda solda tek tük kalmış konaklarıyla şehir, dişleri dökülmüş bir ihtiyara benzer, bütünlük ilelebet bozulmuştur artık. Estetikten yoksun yeni binalar şehri gençleştirmek yerine çirkinleştirmiştir. Tokat da hem o çirkinlikten hem de yakıp yıkmayı görev edinen mülki amirlerden nasibini almış elbette. Hatuniye Medresesi’ni onlardan biri yerle yeksan etmiş nedense! Belediye başkanlarından birinin şu talihsiz beyanına ne demeli: “Ben geldiğimde çıkmaz sokaklar vardı, onları ortadan kaldırdım.” Tokat sevdalısı Hasan Erdem’e göre, her biri bir amaca hizmet eden çıkmaz sokakları bütün iyi niyetiyle açıveren o başkan, espriyi bilmiyor olmalıydı. Gayri ahlakiliğe, hırsızlığa geçit vermeyen çıkmazlar, ihtiyaç sahiplerini gözetip kollamayı mümkün kılıyordu çünkü… Çocukluğu böyle bir sokakta geçen Erdem, “Evine giden adamın zembili boş mu dolu mu diye bakılırdı. Boşsa gereken yapılırdı. Rahmetli dedem, ‘filanca adamın evine akşam odun bırakın’ derdi, biz de gizlice bırakırdık” diyor. Şehrin hâlihazırdaki kayıplarından biri de Yeşilırmak’ın ve üzerindeki taş köprünün şehre dâhil edilememiş, suyun ve taşın güzelleştirici bir unsur olarak kullanılamamış olması, bize göre…
Tokat kebabı yazın yenir Tokat kebabını, Mahperi Hatun Kervansaray’ında bir Osmanlı torununun sunumuyla yemek, kulağa nasıl geliyor? Şehirde bir han, dedeleri Pir Ahmet Efendi’ye ait bir vakıf ve türbe sahibi olan Efeli ailesinin fertlerinden Abdullah Efeli, Pazar ilçesinde restore edilen kervansarayda yazları daha makbul olan özel bir kebap hazırlıyor. İşin sırrı, yerli biber ve patlıcan, kabuğuyla pişen sarımsak, kuzu eti ve gürgen odununda. Tarifle olmaz aslında, kokusunu almalı, tadına bakmalı ve böylece yerel lezzetlerden birinin yaşamasına katkıda bulunmalı insan.
MUĞLA: Zahire Pazarı’nda bir fincan kahve…
İnsanların yalnızca içinden geçtiği, konaklamayı hiç düşünmediği şehirlerin hâli ne acıklıdır! Ama hâli daha acınası olan, içinden bile geçilmeyen şehirlerdir. Muğla gibi… İlçelerinin her biri, olanca cazibesiyle kapatırlar Muğla’nın yolunu, iki havalimanından biri Bodrum’da, diğeri Dalaman’dadır zaten ve o uçaklardan inenler arasında rotasını Muğla kent merkezine çevirmiş bir turiste rastlamak nadirattandır. Bizim yolumuzu buraya düşüren sebep tam da bu işte; ayakaltı olmayan şehirlerde tarihî ve kültürel dokunun büyük oranda korunmuş olması.
Muğla eski ile yeniyi ayırabilmiş, ferah, sakin bir şehir. Yeni taraf hep bildiğiniz gibi, artık yakınmaktan bile usandığınız binalar, ayağınız kazara oraya düşse, “Niye buradayım ki!” diyeceğiniz sıradan caddeler, sokaklar… Ama ‘eski’, konağıyla, arastasıyla, camisiyle, türbesiyle bir anda sarıp sarmalayacak kadar yakın ve sahici. İşte daha yolun başında geldik yine aynı noktaya: “ ‘Eski’de ne var? ” Profesör Namık Açıkgöz mesela, cumartesi günleri evinden çıktığında neden başka yere değil de Yağcılar Hanı’na kurar otağını? İşte cevabı; “Her şeyden önce bir çınar var orada, tarihî doku var. Ahşabın, taşın sıcaklığı, doğallığı, bizim bir parçamız olması… Çimento sentetik bir şeydir nihayet.” Ortasındaki çınar zarar görmesin diye üzeri açık bırakılmış bu bedestenin Muğla’yı özgün kılan bir mekân olduğu söylenebilir rahatlıkla, kaç şehir, okur-yazarını bir araya toplayabiliyor ki şunun şurasında. Namık Hoca’nın neden bedesteni tercih ettiğine dair bir izahı daha var: “Biz şaşırtmayan, ne zaman biteceğini, kıvrılacağını hissedeceğimiz çizgileri severiz. Kubbelerin ve revakların yumuşak tatlı belirliliği bize güven verir.” Doğru söze ne denir! Yağcılar Hanı’nın müdavimlerinden Doç. Dr. Adnan Çevik de, tarihî olana merakımızı öyle tabii, öyle ‘ne var bunda şaşılacak’ ifadesiyle açıklıyor ki tamam diyoruz artık, dere tepe düz gidip, nice şehirler aşıp, nice insanlara danışarak anlamaya çalıştığımız meseleye burada nokta koyabiliriz. “Fıtratımıza uygun formlar arıyoruz, ahşap gibi, taş gibi… Çevremizde bulunan binalar insani ölçekli olsun, orada kendimizi insan gibi hissedelim, bizi ezmesin, oranın ve tabiatın bir parçası olduğumuzu hissedelim istiyoruz. Bir genç Yağcılar’da oturduğunda söz gelimi, Milas halılarını görecek kafasını kaldırsa, gelenekle kendisi arasında bir kapı aralayacak. Bir de, şehre dışarıdan gidiyorsak görmek istediğimiz şey, geldiğimiz yerde olmayandır, mesela Muğla’da Zahire Pazarı’nda içtiğimiz kahvedir.”
Şehirlerdeki kendine haslığı araştırmıyor muyduk, onu benzersiz kılan bir mekânı, bir objeyi ya da lezzeti? İşte Muğla, Adnan Hoca’nın isabet buyurduğu gibi, Zahire Pazarı’nda içilen bir fincan kahvedir aynı zamanda. Restore edildikten sonra ne yapılacağı bilinememiş, henüz şehre karışamamış yan yana sıralı minik dükkânları bir kenara bırakırsak, Zahire Pazarı, akşamları ud ve keman dinletisiyle ve o meşhur kahvesiyle ‘Evet, bir kez daha yolum düşerse şehre, buraya muhakkak gelirim.” diyebileceğiniz hoş bir oturma alanına sahip. Muğla’da adımlarınız burada ve buradan ötesinde dolaşmalı zaten, yukarıya, beyaz badanalı, kuzulu kapılı, ilginç bacalı evleri ve eğri büğrü yollarıyla klasik Akdeniz dokusuna sahip mahallelere doğru tırmanmalı… Osmanlı ile Akdeniz mimarisinin imtizaç ettiği bu eski mahallelerin her birinin bir tekke, cami ya da zaviye adıyla anılması pek çoğumuz için şaşırtıcı bir bilgi olabilir, itiraf etmeli ki, bugünkü Muğla’nın yüzyıl önce çok canlı bir tasavvuf geleneğine ve dipdiri bir dinî hayata ev sahipliği yaptığı aklımıza gelmezdi. Şehir halkının oldum olası, ticaretten, tarımdan mahrum kaldığı ve okur-yazarlık oranının bu yüzden yüksek olduğu da… Şehirler üzerine çalışan Doç. Dr. Adnan Çevik, makul açıklamalarıyla bizi sahile çıkardı da, Muğla zihnimizde yerli yerine oturabildi bereket… “Yüksekçe bir yere, kaleye ya da bir dağın tepesine çıkın ve şehrin sınırlarını anlayın önce.” dedi, söz dinledik çıktık ve dağların ortasında bir çanak gördük. Ne anlama gelir bu? Adnan Çevik’in deyimiyle; “Buraya ulaşmak zor, çıkmak zor, liman yok, ticari hayat yok, geniş tarım arazisi yok” anlamına gelir. E, o zaman, elde ne kalıyor, yalnızca okumak. 1671’de on bin nüfuslu bir şehirken, yedi medreseye sahip oluşu işte böyle izah edilebilir. Şehir halkının tek kurtuluşu eskiden olduğu gibi bugün de okumaktan geçiyor, lise ve üniversite sınavlarındaki en yüksek puanlar çoğunlukla Muğla’dan çıkıyor.
Yol güzergâhında olmayışı bir özellik daha kazandırmış şehre; Ege’nin en özgün şivesi… Örneğine yalnızca Kazakistan’da rastlanabilecek, gelibarı (geliyor musun), gidibarı (gidiyor musun) ifadeleri korunmuşluğun tezahürü, yalnızca dil değil, şehrin arkasından ağıt yakılacak denli tarihî eser kaybına uğramaması da öyle… Yanmış, yakılmış birkaç ahşap binanın isli hikâyesi burada da anlatılıyor elbette ve şehrin merkez camisi olan Kurşunlu’nun otuz derslikli medresesinin bir tadilat sırasında ortadan kaldırıldığı… Ama Arasta Çarşısı, Saatli Kule ve eski mahalleler, eski isimleriyle yerli yerinde hiç değilse, ikisi de pek küçük ve sevimli Şadırvan Meydanı ve Saburhane Meydanı da… “Allah dağına göre kar, şehrine göre meydan verirmiş” diyen Namık Açıkgöz, unutulmuş mezar taşlarının peşinde dağ bayır dolaşırken, Muğla’ya has kır sarnıçlarına da rastlamış bolca. Hiçbir şehirde örneğini göremeyeceğiniz, kubbeli yer üstü sarnıcı bunlar. Kervanların ve otlayan hayvanların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruldukları için, takip edildiklerinde Osmanlı dönemi yol güzergâhını gösteriyorlar. Muğla il sınırları içinde tam 300 kır sarnıcı tespit eden Prof. Açıkgöz’e göre, Muğla’yı özgün kılan; ne hayvanları ve insanları ayrı bölmelerden geçiren kuzulu kapılar ne de şehrin simgesi hâline gelen bacalar, asıl özgünlük, kubbesiyle istinat duvarıyla, giriş kapısıyla, kitabesiyle, bardak koymaya yarar gedikleri ve su yalaklarıyla işte bu su sarnıçları…
Yaylaya çıkılmaz, inilir
Evet, sevinmeliyiz ki Muğla, çıkılan değil, inilen yaylasıyla da ezber bozuyor ve ‘tek tip’ şehirlerden bunalanların gönlünü ferahlatıyor. Alışageldiğimiz üzere dağlarda değil de ovada bulunan; ama hava akımı sebebiyle yaz ortasında bile insana hırka giydirten Karabağlar Yaylası şehirle neredeyse iç içe. Üstelik bu yayla koruma altında. Yüzyıllık kahveler, görkemli çınarlar, tarihî camilerle müzeyyen bir yaylaya kaç şehirde rastlanabilir ki! Ve kaç şehirde kahvehaneleri işaret eden kahverengi tabelalar görülebilir? Anlaşılacağı üzere Muğla keyifli bir şehir, kahvelerden birinin adının ‘Keyfoturağı’ olmasına şaşmalı mı? Doğrusu biz, ona değilse de, üzerinde “Kerimoğlu Türküsü Evi’ yazan bir kahverengi tabelaya şaşırdık ve tabii, türkülere konu olmuş mekânların müzeye dönüştürülmesi ve titizlikle korunması karşısında şapka çıkardık. Fakat tecelliye bakınız ki, Belen Kahvesi de (Ormancı türküsü) Kerimoğlu Türküsü Evi de, sarhoşluğun tesiriyle, fındık kabuğunu doldurmayacak sebepler yüzünden öldürülen insanların anısını yaşattığı hâlde, güzel bir manzarayı seyre dalacağınız ve afiyetle kahve yudumlayacağınız mekânlara dönüşmüş durumda.
KARS: Bir şehri beklemek…
Sonunda fark ettik; yeni mimariden, görgüsüz reklâm tabelalarından, arsa rantının geleneği, kültürü, irfanı dümdüz edip ilerleyişinden duyduğumuz hoşnutsuzluğa rağmen, istisnasız her şehirde, kökü derinlerde olan bir çınar ağacının taze yaprakları gibi, yüzyıllardır söylenegelen yanık bir türkü gibi, anaların kızlarına fısıldadığı sırlı bir söz gibi engellenemeyen ve asla kaybolmayan bir şey hep bizimleydi. Yola evet, şehirlerin perişanlığını görmek için çıkmıştık, her yer can sıkıcı biçimde birbirine benziyor diyecektik, bu konuda yanılmadık ve yazık ki epeyce malzeme topladık; ama bozguna uğramış her şehrin bir yanıyla nasıl da biricik olduğunu da hayretle izledik. Hepsinin gururla anlatacağı bir geçmişi, coğrafi konumundan kaynaklanan bir özelliği, kahramanlık hikâyesi ve manevi dinamiği vardı. O yüzden yolun sonunda, Kars Kalesi’nden aşağılara, Hazreti Mevlana’yı etkilemiş bir Allah dostunun, Harakâni Hazretleri’nin türbesine bakarken kabul etmemek imkânsızdı; aslında her şehir benzersizdir.
Kars bir ‘kapı’, Kafkaslardan Anadolu’ya giriş kapısı… 1064’te Alparslan görünmüş buralarda, Malazgirt Ovası’ndan yedi yıl önce. Bu, şehir için taze bir onur hâlâ… O günün hatırası Ani’de yaşıyor; katedralde kılınan ilk cuma namazı, mabedin adı, Fethiye’dir artık. Ani’ye daha sonra beraberce gideceğiz, orayı görmeden Kars bilinebilir mi? Ama şimdi, her vakit yaptığımız gibi, şehri yüksekçe bir yerden temaşa etmek üzere, arkada, ninelerin anlattığı bir masal gibi eski; ama yerli yerinde duran kaleye çıkalım.
Kars biraz, bin seneye yakındır ayakta duran bu kaledir, biraz da hemen aşağıdaki Kaleiçi Mahallesi ve o mahalleyi aydınlatan Harakâni Hazretleri… Mevlana Celaleddin Rumi’ye “Bizim pazarımızda sattığımız mallar Ebu’l Hasan Harakani’den aldığımız mana metaından başkası değildir.” dedirten bu Allah dostunun türbesi ve onun adına yapılmış Evliya Camii civarının gecekondulardan temizlenip, yenilenmesi sevindirici. Ama ah, şehre hoş bir fon oluşturan kale, sanki başka yer yokmuş gibi tam da dibine yapılmış, tuhaf renkli binadan ne zaman kurtulabilir! Seksenli yıllarda, ne maksatla oraya yapıldığı bilinmeyen bu bina, hemen arkasındaki Beylerbeyi Sarayı’nı da tamamen gizliyor üstelik. Saray şu an görkemli bir kalıntıdan ibaret; ama pek yakında restore edildiğinde o nevzuhur bina orada bulunmaktan kendisi bile utanacak muhtemelen. Şehrin bütünlüğünü bozan, bir kıymık gibi, hayır, bir tomruk gibi göze batan o çirkin binaları bir fırça darbesiyle silivermek mümkün olsaydı keşke, hamamların kubbesini bir anda onarmak, pis atıklarla kirlenmiş nehirleri temizleyip, kıyılara çay bahçeleri kondurmak…
Kars’ta tam da bunu hayal ettik işte, Kaleiçi Mahallesi’nde, restorasyonu tamamlanmış, bakımlı bir alanın hemen bitişiğinde, öyle bir doku vardı ki, yazıklanmadan edemedik, bir şehrin kanalizasyonu, üzerindeki güzelim Osmanlı yapısı Taş Köprü.